Leylakların Susturulduğu Ev
Leylakların Susturulduğu Ev
Ön Söz
İnsan gençken, ölümsüzlüğün sofrasına davet edildiğini sanır.
Oysa masadaki ekmek bayattır, yemek kokmuştur ve davetiyeyi getirenin yüzü hiç görünmez.
Biz, o görünmeyen yüzün önünde, leylak kokusuna sarılıp açlığımızı unutan zavallı çocuklardık.
Bu satırlar, ne bir aşk hikâyesidir ne de yoksulluk masalı.
Bu, bir hatıranın, kendi sahibini mezara indirme öyküsüdür.
I
Hatırlamak, çoğu zaman bir cezadır; insan, kendi hatırasının gardiyanıdır.
Ben de şimdi, o gardiyan gibi, yirmili yaşlarımın pas tutmamış, delice parlayan günlerinin hücresini aralıyorum.
Evimiz… Tanrı şahittir ki, bir ölü kadar fakirdi.
Ama pencerelerimizin önüne eğilmiş leylaklar, mor salkımlarını bir perde gibi sarkıtır, duvarların utancını örterdi.
Alt katta atölyemiz vardı; rutubet kokan duvarların arasında, fırça darbeleriyle hayatı kandırmaya çalışırdık.
Üst katta, ince tavan arası bir odada yaşardık. Sobanın dumanı duvarlara siner, küçük bir pencere sabahları gri ışığı içeri taşırdı.
Sen o pencerenin önünde oturur, loş ışıkta sessizce dururdun.
O sessizliğin içinde, bir gün kaybolacağının haberi çoktan saklıymış ama ben duyamamışım.
Omuzlarına düşen ışık, sanki bütün dünyanın ağırlığını taşırdı.
Ben, fırçayı elimde sıkar, titreyen çizgilerle seni ölümsüz kılmaya çalışırdım.
“Bir gün,” derdin, “herkes adımızı bilecek.”
Ben de gülerek karşılık verirdim:
“Bize sadece açlık değil, gurur da yakışıyor.”
O zamanlar “Özgür hayat!” diye haykırırdık.
İki kelime… ama bizde bir ordu kadar kuvvet uyandırırdı.
Komşu evlerin mutfaklarından gelen soğan kokusuyla midemiz isyan ederdi.
Bazen, merhametli bir lokanta sahibi, sıcak bir tabak çorba karşılığında tuvalleri satın alırdı.
O anlarda, kışı unutturan dizeler okur, kahkahalarımızla soğuğu deler geçerdik.
Gece bastığında, Eminönü rıhtımında rüzgâra karşı yürür, beyaz gecelerde bir alın çizgisine, bir bakışın hüzünlü ışığına hapsolurduk.
Şafak söktüğünde yorgun ama huzurlu, tahta masalarda sıcak salebimizi içer, buharın arasından birbirimize bakardık.
Gençliğin kokusu, o leylakların kokusuydu işte.
Ağır, baş döndürücü, biraz da boğucu.
Ama insan, gençken boğulmayı bile özgürlük sanır.
II
Özgürlük…
O zamanlar bunun açlığa benzediğini bilmiyordum.
İkisi de midende bir boşluk bırakır; biri seni öldürür, diğeri yaşattığını sanır.
Şehir, geceleri başka bir mahlûka dönüşürdü.
Dar sokaklarda, taş duvarların soğuğu sırtımıza yapışır; yorgun fenerler kaldırım taşlarında titrek lekeler bırakırdı.
Hava, uzaktaki fırınlardan gelen kokularla ağırlaşır, biz o kokuyu ciğerlerimize çeker, doymuş gibi yapardık.
Atölye, kışın nefes alan bir tabut gibiydi.
Duvarlardan damlayan nem, tuvalin köşelerini kemirir, fırçamın ucundaki renkleri boğardı.
Ressam olduğumdan şüphe eder, bazen de “belki ressam değilim, sadece aç bir adamım” diye düşünürdüm.
Bir gece, sokak lambasının altında, duvar dibinde oturan bir dilenci gördük.
Elinde bir keman vardı, yayını kırık bir bıçak gibi tutuyordu.
Bize baktı, gülümsedi.
“Sanat,” dedi, “aç adamın dilidir.”
Biz sustuk. Çünkü haklıydı.
O geceden sonra, her tuvalime biraz daha karanlık bulaştı.
Senin figürlerin bile, arka planda çökmüş bir gökyüzü taşımaya başladı.
Renkler ağırlaştı, çizgiler dağıldı.
Bir sabah kalktığımda sandalye boştu, ışık farklı vuruyordu odaya.
Ne bir not vardı, ne bir iz sadece duvarda asılı duran gölgen kalmıştı.
Ama ben o sessizliği de boyamaya çalıştım; olmadı.
Bazı eksiklikler, fırçanın ucuna sığmaz.
Belki de şehir, biz farkında olmadan, ellerimizden özgürlüğü alıp yerine gölge veriyordu.
Ve gölge… gölge insana, ışık kadar bağımlılık yapar.
III
Yıllar, insanın sırtına görünmez bir kambur gibi biner.
Fark etmezsin; bir gün aynaya bakarsın, omuzların düşmüş, bakışların ağırlaşmıştır.
İşte o gün, gençliğinin sokaklarına dönmeye karar verirsin belki kamburunu orada bırakmak için.
Şehre yağmur yağmıştı.
Kaldırımlar ıslak, dükkân vitrinleri buğulu…
Bir zamanlar adımlarımı ezberlemiş taşlar, artık bana yabancıydı.
O eski sokak, mor leylakların pencerelere tül gibi indiği, rüzgârın çiçek kokusuyla dolduğu o dar geçit… yerinde değildi.
Yerinde bir gölge vardı.
Evin kapısı boyalıydı; boyanın altındaki eski yaraları tanıyordum.
Alt kat, parlak tabelalı bir dükkâna dönüşmüştü.
Camekânın ardında satılık elbiseler asılıydı.
Onlara bakarken, bir zamanlar tuvalin önünde titreyen ellerimi hatırladım.
Sanki biri, gençliğimizi raftan indirip başka bir vitrine koymuştu.
Bir kadın çıktı dükkândan.
“Birine mi bakmıştınız?”
“Evet… ama çoktan gitmiş.”
Kadın anlamadı.
Zaten anlamasını da istemedim.
Sokağın ucuna yürüdüm.
Leylaklar yoktu.
Yerlerini, sessiz ve yapraksız bir çift çalı almıştı.
O an anladım ki, kokusunu hatırladığın bir çiçek, öldüğünde seni de biraz öldürür.
Ve ben, o ölü kokunun içinde, kendi kalıntımı buldum.
Rüzgâr esti; gençliğimizin rüzgârı değil…
Daha ağır, daha soğuk, mezar taşlarını yalayan bir rüzgâr.
İçimden “Özgür hayat!” diye bağırmak geldi, ama boğazımda taş gibi bir sessizlik vardı.
IV
Bazı ölümler sessiz olur; ne mezar taşı vardır, ne de ardından yakılan bir ağıt.
Gençliğimizin ölümü de öyleydi.
O sokağın ortasında durdum, yağmurun hafif hafif vurduğu kaldırımların üzerinde.
Baktığım her şey vitrinler, tabelalar, pürüzsüz duvarlar birer mezar taşına dönüşmüştü.
Ama mezarların üstünde isimlerimiz yazmıyordu; çünkü biz, hiçbir zaman gerçekten var olmamıştık.
Çünkü biz, bir rüyanın hatırasıydık sadece.
Yalnızca birkaç fırça darbesi, birkaç kahkaha, birkaç gece yarısı sevişmeleriydik.
Bir zamanlar “Özgür hayat!” diye bağırdığımız yerden geçerken, dudaklarım kıpırdadı; ama sesim çıkmadı.
Sanki kelimeler, boğazımda kurumuştu.
Belki de özgürlük, sadece gençliğin sarhoşluğunda içilen, çabuk buharlaşan ucuz bir şaraptı.
Kadehi devirdiğinde, geriye tortusundan başka bir şey kalmaz.
Yağmur şiddetlendi.
Gökyüzü griydi; ama o gri, eski günlerin sıcak dumanlı sabahlarından değil, soğuk mermerin üzerindeki renksizlikten doğuyordu.
Bir an, leylakların morunu hatırlamaya çalıştım.
Hatırlayamadım.
İşte o an, onların gerçekten susturulduğunu anladım.
Ve anladım ki, bazı cenazeler için tabut gerekmez; insan, kendi omzunda taşır.
Gençliğimi o gün gömdüm.
Toprak atmadım; yağmur gömdü.
Ve şehir, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etti.
Yalnızca yağmur, sanki hâlâ bir mezar taşı arar gibi, durmadan yağdı.
Son Söz
Ve şunu öğrendim:
Özgür hayat diye bir şey yok.
Sadece, gençliğin kısa süreli cinneti var.
Ve cinnet geçip de ayıldığında, karşında duran tek şey seni tanımayan bir şehir, seni unutan bir kadın, seni hatırlamayan bir koku.
İnsan, leylakların öldüğünü fark ettiği gün, kendi mezar taşına ilk harfini kazır.
Yorumlar (0)
Yorum Yap
Yorum yapmak için giriş yapın.